Baskının İlk Adımı: Mühürlerle Doğan Tekrarın Gücü”


İz bırakmak, insanın en kadim ihtiyacıydı. Mağara duvarlarına el izlerini basan ilk insandan, Mezopotamya’da mühür kullanan tüccara kadar herkes aynı arayıştaydı: “Ben buradaydım ve bana ait olanı gelecek nesiller bilsin.”


Bu arayış, Türklüğün kadim tamgalarında da karşımıza çıkıyor. Göktürk yazıtlarındaki her bir harf, yalnızca bir söz değil; bir milletin var oluş mücadelesinin taş üstüne kazınmış hatırasıydı.

Müslümanlıkla birlikte Kur’an-ı Kerim’in satırlara dökülmesi ve matbaadan çoğaltılması, bilginin artık sadece sınırlı kişilere değil, tüm ümmete ulaşmasını sağladı.


Hristiyanlıkta, İncil’in çoğaltılması uzun süre manastırlardaki keşişlerin omuzlarındaydı. Ellerinde tüy kalemlerle sayfa sayfa çoğalttıkları metinler, Orta Çağ boyunca Batı dünyasında bilginin tek kaynağı oldu. Gutenberg’in matbaası (15. yy) bu çabayı devrim niteliğinde hızlandırdı.


Çin medeniyetinde, bilginin korunması ve çoğaltılması için çok daha erken tarihlerde ahşap blok baskı yöntemleri geliştirildi (Tang Hanedanlığı, 7. yy). Budist sutralar bu teknikle çoğaltıldı; en bilinen örneklerden biri MÖ 868 yılına tarihlenen Elmas Sutra’dır. Bu, tarihteki en eski basılı kitap kabul edilir.


Hint kültüründe, Vedalar yüzyıllar boyunca sözlü olarak aktarıldı; daha sonra Sanskritçe yazmalarla kayıt altına alındı. Burada da amaç, kutsal bilgiyi kuşaktan kuşağa eksiksiz aktarmaktı.


Bugün bilgisayarımızdan tek tuşla bir kitap basarken ya da dijital bir afiş tasarlarken aslında geçmişin aynı çizgisini sürdürüyoruz: Kendimizi, inancımızı ve kimliğimizi geleceğe aktarmak.
 
Yaklaşık 40 bin yıl önce, Fransa’daki Lascaux ve İspanya’daki Altamira mağaralarının duvarlarına çizilen hayvan figürleri ve eller, insanlığın ilk baskı denemeleri gibiydi. Özellikle el şablonları (stencil), yani boyayı elin etrafına püskürtüp negatif iz çıkarma tekniği, adeta bugünkü şablon baskının atasıydı [Aubert et al.,Nature, 2014].


Düşün bir an: O insanlar av sahnelerini çiziyor, ellerini bırakıyorlardı. Belki de bu sayede “biz buradaydık” diyerek varlıklarını kanıtlıyorlardı.
 
Zaman ilerledikçe insanlar yalnızca iz bırakmakla yetinmedi; bıraktıkları izlerin güvenilir ve korunabilir olmasını da istedi. İşte bu noktada Mezopotamya’nın silindir mühürleri devreye girdi.